Çin’i anlamak
Çin’in sadece taklit ürünlerin yapıldığı devasa bir fabrika olduğunu düşünenlere hararetle bir ziyaret öneririm. Şehircilik politikalarına baksınlar, eğitim kurumlarını gezsinler, eğitim programlarını incelesinler, hatta meşhur tek çocuk politikasını incelesinler… Şaşıracaklarına eminim.
Goldman Sachs tarafından 2006’da yapılan projeksiyonu hatırlayalım… Şirket, 2025 yılında Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisi ile neredeyse eşit büyüklüğe ulaşacağını, 2027’de Çin ekonomisi’nin Amerikan ekonomisine eşit boyuta geleceğini ve 2050 yılında ise Amerikan ekonomisinin iki katına ulaşacağını öngörüyordu. Bu haliyle bile korkunç bir değişimi gözler önüne seren kriz öncesi tahminlerin artık bir geçerliliği kalmadı.
BNP Paribas tarafından 2010 yılında yapılan bir projeksiyon Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisi ile aynı boyuta geleceği tarihin 2020 olduğunu söylüyor.
Bu yeni süper güç, bildiğimiz paradigmaları iki şekilde yıkacak:
1. Modern zamanda ilk defa bir süper güç gelişmiş değil, gelişmekte olan ülkeler arasından çıkacak.
2. Modern zamanda ilk kez bir süper güç batıdan değil doğudan çıkacak.
Bu durum dünyayı sadece ekonomik güçler dengesi bakımından değiştirecek sananlarımızın büyük bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum.
Kanımca batı dünyası, çok yakında, bir toplumun modernleşmesi ile batılılaşması arasında kırılmaz bir bağ olduğu illüzyonundan uyanmak zorunda kalacak; zira Çin modernleşecek ama Batılılaşmayacak. Yeri gelmişken, Batılılaşma ile menfi bir değişimi ifade etmediğimi de söylemeliyim; yapmaya çalıştığım bir çıkarıma ulaşmaktan çok durum tespitinden ibarettir.
Batı, modernleşmenin bilim, teknoloji, rekabet ve gelişmiş para piyasaları ile mülkiyet hakkına bağlı bir kavram olduğunu düşündüğünden Çin’ deki modernleşmenin aynı dinamiklerle oluşacağını düşünüyor ve sosyal, kültürel ve tarihsel dinamiklere gereken önemi vermiyor.
Çin’i anlamak çabasındaki bizlerin yaptığı önemli bir hata onu batılı bakış açımızla anlamlandırmaya çalışmak.
Ekonomist Martin Jacques Çin’i anlamlandırabilmek için üç temel gerçeği anlamamız gerektiğini söylüyor: Devlet’ in tanımı, devletin yönetme biçimi ve devlet, halk ilişkisi.
Batılı devletlerin aksine Çin bir ulus devlet değil, bir uygarlık devletidir. Modern Çin tarihi M.Ö. 221 yılında Qin Hanedanının kurulması ile başlar. Ardından gelen ve M.Ö. 206 – M.S. 220 yılları arasında süren Han Hanedanı dönemi ise günümüz Çin kültürünün ve Çinli olmak kavramının oluştuğu dönemdir. Han Hanedanı zamanındaki yoğun nüfuslu yerleşim merkezleri hala Çin’in en kalabalık nüfuslu bölgeleridir. Yani Çinli olmak kavramı, batıda olduğu gibi, son birkaç yüzyılın ulus devlet anlayışından değil 2000 yıllık bir geçmişten kök alır; adetleri, inançları, felsefeleri köklü bir kültür ve o kültürün alışkanları ile yoğurulmuştur.
Devlet, batı dünyasının anladığı bir merkezi yönetim mantığı ile çalışmaz; son derece çoğulcu ve merkezi olmaktan uzak bir yöntemle yönetilir. Bu kadar büyük bir yüzölçümü ve nüfusu yönetmek ancak böyle mümkündür. Dağılmanın yaşanmamasının ardındaki ana sebepse ortak uygarlık kültürüdür. Çinliler için en önemli politik değer Çin ulus devletinin değil Çin uygarlığının devamlılığıdır. Günümüz batı devletleri, 2000 sene önceki Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçalanması ile oluştu ve bu parçalanma hala sürüyor. Buna karşılık Çin, bir çok farklı kökeni ortak bir uygarlık kültürünü oluşturacak şekilde birleştirmeyi seçti ve farkları anlayan; tanıyan ve yöneten bir anlayışla kurulmuş olan bu birlik hala sürüyor.
Farkları yönetmeye verilebilecek en güzel örnek ise Hong Kong.
1997’de Hong Kong, Çin yönetimine geçtiğinde batı dünyası kısa zaman içinde her şeyin değişeceğini öngörmüştü. Bunda da haklıydı çünkü kendi geleneği gittiği yere alışkanlıklarını, kurumlarını, ve yasasını götürmek olduğundan Çin’i de kendi geleneği üzerinden anlamlandırmaya çalıştı. Ancak, aradan geçen 16 yılda Hong Kong Çinli oldu ama sosyal, kültürel, ekonomik hatta hukuki yapısında hiç bir değişiklik olmadı; oysa aynı şeyi Doğu-Batı Almanya birleşmesi için söylemek mümkün değil.
Devlet, halk ilişkisi ise üçüncü temel fark. Batı toplumları devlet kavramının demokrasinin bir işlevi olduğunu düşünür. Devleti meşru kılan demokrasidir. Oysa demokrasi ile yönetilmiyor olmasına rağmen Çin Devleti’nin halkın gözündeki meşruiyeti batılı devletlerin kendi halklarının gözündeki meşruiyetinin çok üstündedir. Martin Jacques bu durumu şöyle açıklıyor: Çin’de anladığımız anlamda bir demokrasiden söz etmek mümkün olmadığına göre, devletin otorite ve meşruiyeti temel işlevinden geliyor: Çin uygarlık kültürünün korunması.
Devleti bu kadar güçlü yapan bir diğer şart ise batılı devletlerin güç ve meşruiyetinin sürekli olarak sınanıyor olmasına karşılık Çin devletinin gücünün 2000 yıldır hiç sınanmıyor olması.
Roma İmparatorluğunun dağılmasının ardından ortaya çıkan hanedanlar ya kilise, ya tüccarlar, ya da aristokrasinin başka ailelerine karşı bir meşruiyet savaşı verdiler.
Sonrasında kurulan devletler ise savaşlar, politik manevralar, ekonominin dinamikleri ile sınandılar; hatta günümüzde halklar ve sivil toplum tarafından sorgulanmaları sürüyor. Oysa Çin Devleti’ nin gücü özellikle iç dinamikler tarafından hiç sınanmadı.
Bizler devleti özgürlüklerimize her an tecavüz edebilecek, gücü sınırlandırılması gereken bir işgalci olarak görürken bir Çinli için devlet birliğin korunmasından sorumlu bir aile reisi gibidir.
Farkındaysanız Çin’in ekonomi politikaları da kitaplarda okuduğumuz klasik modellere pek uymuyor. Çin hem devlete, hem de sermayeye inanan bir bakış açısıyla yönetiliyor.
Adam Smith’ in “Çin piyasası Avrupa’ daki her şeye oranla daha büyük ve daha karmaşıktır” tespitini hatırlayın. Bu durum, Mao dönemi istisna olmak üzere, hep böyleydi ve böyle kalacak gibi gözüküyor.
Gelin başlangıç sorumuza geri dönelim… Çin’i anlamak neden bu kadar zor? Çünkü Çin’i anlamlandırmak için hala batılı deneyimlere güveniyoruz. Batının kibirli, kendi medeniyetinin en iyisi olduğunu düşünen ve çevresini anlamak yerine onların kendisini anlaması gereğine kendini inandırmış bakış açısı hala bir çoğumuzda hakim.
Amerikan tarihçisi Paul Cohen’e göre Batı kendini olabilecek en kozmopolit kültür olarak görüyor. Oysa durum bunun tam tersi. Teknolojik, ekonomik, kültürel ve askeri gücü batıyı hiç diğer medeniyetleri tanımak zorunda bırakmamış. Bugün dünyanın en büyük ekonomik bölgesi olan ve dünya nüfusunun 1/3 ünün yaşadığı Doğu Asya, batı hakkında batının onlar hakkında bildiğinden çok daha fazla bilgiye sahip; çünkü uzun bir anlama ve anlamlandırma tecrübesi var.
Dünya ekonomisi üzerindeki etkiye baktığınızda; hele dünyanın geleceğini düşündüğünüzde G7 ülkelerinin yerini E7 ve G20 aldığını, dünya ekonomisinin gelişmekte olan ülkeler tarafından biçimlendirildiğini görüyoruz.
Hiçbir ülke içinde bulunduğu çağı şekillendirdiği için lider olmaz; ancak geleceği şekillendiren ülkeler lider olabilirler. Avrupa geleceği şekillendirme gücünü 15. 19 yüzyıllar arasında elde etti ve kullandı. Amerika bu imtiyazlı gruba 20. Yüzyılda katıldı. Şimdi ise tüm sinyaller geleceği şekillendirme gücünün Doğu Asya’ ya doğru geçiyor olduğuna işaret ediyor.
Çin’in sadece taklit ürünlerin yapıldığı devasa bir fabrika olduğunu düşünenlere hararetle bir ziyaret öneririm. Şehircilik politikalarına baksınlar, eğitim kurumlarını gezsinler, eğitim programlarını incelesinler, hatta meşhur tek çocuk politikasını incelesinler… Şaşıracaklarına eminim.
Yazımı Çini anlamak gayretimizin neden sonuç vermediğini anlatan bir manzarayı paylaşarak bitirmek istiyorum.
Aşağıdaki resimde 15. Yüzyılda Zheng He komutasında Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi, ve Hint Okyanusu’nda keşif seferleri yapan ve Doğu Afrika kıyılarına ulaşan gemi ile bu keşiften 80 yıl sonra Kristof Kolomb’un Amerka’ ya ulaştığı geminin ölçekli maketlerini görüyorsunuz.
Bu manzara karşısında aklınıza ilk gelen soru… “Bu gemi diğerinin kaç katıymış?” ise hala; batılı ve niceliğe dayalı bir zihin yapısındasınız demektir. Çin büyüklüğüyle sizi büyüler ama onu anlayamazsınız.
“Bu teknoloji ve büyüklüğe rağmen, kıtalararası keşiflere Avrupa’ dan neredeyse 100 yıl önce başlamışken neden dünyaya hakim olmayı tercih etmediler?” ise; durumları ve nicelikleri değil durumların ardındaki dinamikleri merak ediyorsanız doğru soruları sormaya başladınız demektir.